Çok iyi hatırlıyorum ki öğlen ikiyi tam beş buçuk geçiyordu, o cesedin üzerinden atlayıp geçtim. Kabul ediyorum, böyle söyleyince kulağa biraz canice geliyor ancak sizi temin edebilirim ki o an doğanın akışına en uygun şey buydu. Şimdi, var sayın ki ben haşmetli bir dişi aslanım! Vakurca dolanırken savanalarda; bir zamanların en zarif ve en atiği, şimdinin sineklenmeye yüz tutmuş leşi ceylana şöyle bir baktıktan sonra geçip gitmekte hiçbir behis görmedim.
Ceylanın katili dişi aslan mıydı? Yani ben... Hayır!
Katil başka bir aslan, ne bileyim işte, yılan falan mıydı? Hayır!
Sizi temin ederim ki o zavallıcığın katili kimse değil idi, kendisini saymazsak.
Adaletin kara lekesi timsali mürekkebe bulanmış parmaklarınızı şakağınıza dayayıp, kaşlarınızı şöyle bir çatarak duyduklarınızı ciddiye almış havası yarattığınızı mı zannediyorsunuz baylar? Bu soruyu ben sizin için cevaplayayım. Gözbebeklerinizin ta içinden sırıtan o alaycılığı görebiliyorum. "Şu deli karı konuşmayı bir bitirse de, evimizde gitsek!" diye homurdanıyorsunuz içinizden. Bazılarınız bıyık altından gülüyor bana, pek eğlenceli buluyor bu gösteriyi.
Pek azınız ise gerçekten anlamaya çalışıyor beni.
İşte ben, o azınlığa anlatmaya çalışıyorum kendimi.
Neyse, nerede kalmıştık? Hah! Bir cesedin üzerinden atlamanın suç sayılmasının mantığını anlamaya, mantıksızlığını anlatmaya çabalıyordum. Pardon, ne dediniz? Bir insanın başka bir insanın ölümüne duyarsız kalmasını, aslan ve ceylan örneğiyle bağdaştıramadınız mı?
Pazartesi günü bir karıncayla arkadaş olsam, salı günü onu dünya üzerindeki yüz trilyon falan filan karıncadan ayırt edemem, değil mi? Çünkü buradan bakınca hepsi gözüme aynıymış gibi gözükür. Ama o karıncalar bizim kadar büyük olsa ya da biz onlar kadar küçük olsak, şüphesiz ki karınca dostumuzu gördüğümüz yerde tanır ve selam verir, hal hatır sorardık. İşte efendim, oturduğunuz koltuklar o kadar tepede ki hepimiz ezilmeye hazır karıncalar kadar aciz ve aynı gözüküyoruz gözünüze. Birbirimizden hiçbir farkımız olmadığını zannediyorsunuz. Ancak bizim kadar küçülebilseniz, anlardınız ki insanların arasında da tıpkı doğadaki gibi cesur ve vakur aslanlar, güzel ama kırılgan ceylanlar, çirkin ve ölücü sırtlanlar, sinsi ve kötü niyetli yılanlar... vardır. Lakin hayvanlarla aramızdaki tek fark şudur ki, biz insanlar ne olacağımızı seçebilir ve bunu değiştirebiliriz bile.
İşte o ceset henüz canlıyken bir ceylan olmayı seçmişti, ben ise aslan olmayı seçtim.
Yeterince anlaşıldıysam devam edeyim. Evet, ben bir aslanım ve bu habitatta beni yenebilecek tek bir canlı dahi yok. Bizler zincirin en tepesine diğerlerini çiğneyerek çıkar ve orada yalnızlığımızla hüküm süreriz. Bu kadar övündüğüme bakmayınız. Yelelerim olsa, kibirlice onları sallıyor bile olabilirdim şu an fakat bu iyi bir şey değil, asla değil. Çünkü bilseniz ne kadar çok istedim ölmeyi, en çok da ecelimden bağımsız ölmeyi! İnanıyorum ki bu dünyanın en yüce insanı kendi ölümüne karar verebilen insandır. O herkes hayatta kalmak için canını dişine takarken, doğayla geçilebilecek en büyük taşağı geçmiştir. (Ah, kabalığım için özür dilerim ancak bu argo bu cümleye pek de yakıştı!) Bilinçli bir şekilde var olmamıştır ama bilinçli bir şekilde yok olmuştur. Senelerdir hep uçurum kenarlarından yürürüm, ola ki o cesaret bir saniye bile olsun içimde belirirse tereddüt edene kadar çoktan atlamış olayım diye. Ancak cesaretin zerresini doğuramadı yüreğim bugüne kadar.
Marla Singer gibi benim için de asıl trajedi ölmeyişim oldu hep. Dolayısıyla benim için tek çıkış yolu, bir başkasının eliyle ölmek olurdu. Ama zaten arzum da bu yönde olduğu için, işin sonunda yine kendi kendimi öldürmüş olurdum.
O bir ceylan olmaya karar verdiği vakit, intiharını planlamıştı bile. İşte bu yüzden, katili kendisidir diyorum ya! Ve ben, bir aslan olarak, ne yazık ki asla bunu yapamayacağım. Ve bundan ötürü, itiraf edeyim, o ceylancığa pek bir gıpta ile baktım. Delice onun yerinde olmak istedim. Dahası, onu kıskandım! Kendi kendinin katili olmak kolay iş değil. Cesaret ve aynı ölçüde korkaklık gerek.
Cesaretim olmadığını itiraf etmiştim.
Ancak ne yazık ki korkaklıktan da eser yok bende.
Sayın hakim, kolunuzdaki cakalı saati işaret parmağınızla dürtüp durmayınız! Vaktimizin kısıtlı olduğunun ben de sizin kadar bilincindeyim. Fakat madem burada biz bizeyiz, kalan süremizde biraz daha içimi dökmenin sakıncası yoktur umarım. Çünkü... Çok yalnızım ben! Acılar içerisinde kıvranıyorum. Ne cesurum, ne korkak... Ne mutluyum, ne mutsuz... Yalnız yalnızlığım var işte, beni şu meşhur
René Magritte tablosundaki gibi yüzden yoksun olmaktan kurtaran. Ben de can simidi gibi sarılıyorum yalnızlığıma, öyle ki "Nasıl bilirdiniz?" dediklerinde, "Yalnız bilirdik!" desinler istiyorum. Başka ne diyebilirler ki? Yegane meziyetim bu iken üstelik. Bu yola keyfimden girmedim. Hatırlayamadığım kadar uzun süredir böyleyim, hep böyle yalnız ve ruhsuz, dahası kalpsiz idim işin aslı. İnsanların hayatlarını bok - mazur görünüz! - etmekten başka bir halta yaramadım, yarayamadım.
Evet, katılıyorum size. Kendimle çelişiyorum, istediğimiz surete bürünebileceğimizi iddia ettikten bir dakika sonra bunun özgür irademle gerçekleşmediğinde ısrar ediyorum. Bunun da açıklaması var, baylar! Beynimin içinde küçük bir iblis yaşıyor; onu şüphe doğurdu, ihanet büyüttü ve yalanlar güçlendirdi. Ah, ne çok sevdim onu! Bana en zehirli sözcükleri fısıldadığında bile. İçimin en derin, en güzel köşesini ona armağan ettim. Kelimelerle yaptığımız vals durmaksızın sürdü zihnimde. Zaten bu yüzden gelmemiş miydi bana? Yalnızlığıma yalnızlık katmak için... Gitgide daha da ele geçirdi şu aciz bedenin kontrolünü. En sonunda da böyle bir insan oldum, çıktım işte.
Vücudum onu istemiyor, ruhumun olması gereken yerdeki boşluk ise ona muhtaç. Onu kusmaya çalışıyor bedenim; gözlerim kararıyor, midem bulanıyor... Nankör, pislik, yalancı bir idea o! Hep daha fazlasını ister, kendisi için ister. Bunu fark ettiğimden beridir, onu içimden atmak için her şeyi yaptım.
Gitmiyor...
Gitmiyor...
Gitmiyor...
- Tak, tak!
+ Kim o?
- Delilik!
Bir şey beynimin içine sürekli baskı yapıyor ve düşünmemi engelliyordu. Hastalıklı kahkahalarından tanıdım, benim küçük tatlı iblisimdi bu. Sevişmek, içmek ve öldürmek istiyordu. İçi bitmek bilmez bir kin ve nefretle doluydu. Çığlıklar duydum, yalvarışlar... Ve en sonunda ürkütücü bir sessizlik. Ah, beyler! Her şeyi hatırladım. Saat tam olarak ikiyi beş buçuk geçiyordu. Ve bu cinayeti işleyen, tam olarak bendim. Daha doğrusu, iblisim!
Öldürdüğü şey, benliğim!
Ve ben burada durmuş, üst benliğime hesap veriyorum. Hah!
Cinayetten sonra oturduk ve bir sigara yaktık. İçimize çektiğimiz her fırtın bize biraz daha ölüme yaklaştırdığını bilmek, bize büyük bir haz veriyordu. Biraz bile pişmanlık duymadık. Biraz bile üzülmedik. Başından beri söylüyorum ya, benliğim ceylan olmayı seçerek ölmeyi hak etmişti zaten. Sigara da bittikten sonra ben leşin üzerinden atladım ve yürüyüp gittim.
O kadar önemsiz bir olaydı ki, unutuvermişim.
Bunun için beni cezalandırmanız ise... Komik olur.
Nerede görülmüş bir aslanın ceylanı öldürdüğü için cezalandırıldığı?
Ki ben, cezaların en büyüğünü, benliğimi kaybederek yaşıyorum. Artık hepten kimliksiz, varlık denmeye bin şahit isteyen bir varlığım.
Hakkım da yalnız ve yalnız budur zaten.
Saygılarımla.