Pages

24 Ekim 2020 Cumartesi

SONSUZDAN BİR FAZLA

 Avuçların, sıcacık;

Sevgi dolu parmakların

İstemesen de.


Evren, döngüydü;

Bu yüzden ki bazı insanlar,

Tanıdık gelirdi birbirine.

Ve bazılarınca aşk,

Bütün sonsuzlarda senin olanı,

Sonsuzdan bir fazlada bulmaktı.


Sen ve ben;

Sonsuz kere yaşadık, 

Sonsuzunda da hiç rastlaşmadık.

Bunu biliyorum çünkü;

Seni sonsuz defa sevmiş olsaydım,

İlk kez duyumsamanın korkusuyla,

Böyle karıncalanmazdı parmak uçlarım.


Evren, dengeydi;

Hiçbir şey daha önemsiz değildi bir ağaçtan,

Veya daha önemli bir taştan.

Fakat kibirli bir süpernova,

Sen ve ben rastlantısını doğurdu,

Sonsuzdan bir fazlada.


Bulutlar ufka yüzmekle meşguldü

Ve Tanrı sonsuzuncu rüyasını görüyordu

Sıcacıktı avuçların

Ve sevgi doluydu parmakların

Evrenin en görkemli yok oluşunda

İlk ve son kez karşılaştık

İstemesem de.

BAŞKA BİR CANAVAR

 Hanımeli kokulu bir bahçede

Yan yana uzanıyoruz

Kocaman ayakkabıların, avucumda baş parmağın 

Seni gördüğüm rüyalarım

Dingin, huzurlu, sakin.


Seninle aynı yeryüzünün havasını solumuyoruz artık

Rahatlamalı ve derin bir nefes alabilmeliyim

Çünkü beni boğan şeyden kurtuldum

Oysa boynuma dolanmış

Hayaletinin ay ışığı saydamlığındaki bilekleri

Kemikli, sevgisiz parmaklar

Yüzümü çiğneyen asker botları

Kötü, canavar, şeytan.


Babacığım, beni öldürdün

Yalnız iki kişi vardı bu acının altında ezilen

Biri sen, biri ben

Seni de ben öldürdüm

Yalnızım.

15 Temmuz 2019 Pazartesi

CANAVAR.

Yatağı uyumak ve sevişmek için kullanmalıydık
Gözyaşlarıyla ıslanmamalıydı yastığın yüzü
Çünkü, çünkü, çünkü-

Ben o kocaman yatağa baktığımda
Sevişmek istemiyorum artık
Zavallı, zavallı, zavallı-

Eskiden İnsan-Tanrı'nın en sevdiğiydin
Şimdi Tanrılığı da yok, insanlığı da
Bitti, bitti, bitti-

Gözlerimin çamuruna karışmış çimen
Ve sen o rengi her şeyden çok severdin
Şimdi sadece siyah ve boş
Ruhum acıyor, neden, ne-
Yalnız ruhum acısaydı sorun yoktu
Ama bedenimin acısı ruhuma sinmişse
Sen uyurken bütün o bencilliğinle
Bana değme diye dizlerimi çekip ta yüreğime
Yatağın yalnız bana ait kısmına kıvrılıyorum
Yok gibi bir şeysin sen
Tam var olamamış
Ama hiçliğe karışmaktan da yoksun
Canavar
Canavar
Canavar.

Yatağın çoğunu işgal eden canavarlar ölmelidir
Gözlerinin içine bakarak güzel olmadığını söyleyenler de öyle
Çok da-
Çünkü zaten biliyordum
Çocukluktan
Çocuklar her şeyi bilir
Güzel olmadıklarını bile
Güzeller Tanrı'nın en sevdiğidir
Çirkinler istenmemiştir
Ama eğer güzellikle çirkinlik arasında sıkışmışsan
Tanrı seni pek önemsememiş demektir
Keşke beni istemeseydin Tanrım
Çünkü böylesi çok kırıcı oluyor

Ve bu yatak sevişmek için değil artık
Uyku da tutmadığından beri
Sadece ağlamak için.



10 Aralık 2017 Pazar

BABA

Diz çökün şimdi İnsan-Tanrı'ya
Gece kadar kara saçlarından
Ay ışığı kadar parlak ayak bileklerine değin
Bir ömür sevilmekle kutsanmış ve
Bir ömür lanetlenmiş o Tanrı'nın en sevgisizi
Birden fark ediyor ki
Yalnız altı yıl kalmış ölmesine

Kahkaha dolu bir gecede
Asla olmadığı kadar dürüst, bir o kadar yalancı
Sözcükler vızıldıyor zihninde, vızır-vızır-vızır!
Kendini yeniden doğurdu İnsan-Tanrı
Sonra bir şiir yazdı zihninin içinde
Unuttu sonra, kapalıydı gözleri
Yine de ağlıyorlardı ama, ne çaresizlik, ne-

Cehennemin en dibine
Acımasız bir hançer gibi saplanıp kaldın
Zaten yoktu gidecek başka yerin de
Zamanın birinde, çok uzaklarda bir adam ve ada
Kara saçlarını bahşettin sen İnsan-Tanrı'ya
Genlerinden gelen paranoya
Baba, baba, baba-

İnsan-Tanrı yaratıcısına tapınmak için diz çöktü
Gece kadar kara saçları dökülürken yüzüne
Ay ışığı kadar parlak bilekleri kalçalarının arasında
"Beni sev, beni sev, beni sev, beni sev-"
Oysa bir ömür lanetlenmiş o Tanrı'nın en sevgisizi
Birden fark ediyor ki
Yalnız altı yıl kalmış ölmesine





12 Nisan 2017 Çarşamba

GECEYE ÖVGÜ

Bir gün yürüyordum. Nereden geliyordum ve nereye gidiyordum? Bunun hiçbir öneminin olmamasının yanında sıradan insanların sıradan eylemlerini paylaşmak bende büyük bir tiksinti yarattığı için bunların bahsini bile geçirmemek daha iyi aslında. Gündüzleri bunu pek umursadığım söylenemez, hatta yer yer bundan memnuniyet duyduğumu dahi itiraf etmeliyim ki bunun suçlusu olsa olsa gün ışığıdır. Ah... Gün ışığı ne kadar aldatıcıdır, biliyor musunuz? Parlaklığıyla gözlerimizi kör eder ve önümüzdeki en açık gerçekleri bile göremez hale geliriz. Kendini biraz fazla gösterse hararetiyle mayışır, biraz geriye çekilse üşümekten uyuşur ve her halükarda düşünme eylemini verimli şekilde gerçekleştiremez; bunun yanında esasında eşsiz meziyetlere sahip olan beyinlerimizin hamur yığınına döndüğünü fark edemeyiz bile. Onlar gibi olmak, onlar gibi ölmek demektir ve ben her gün zavallı Prometheus'un kaderinin tersini yaşamakla lanetlenmişim: sabahları ölmek, geceleri yeniden dirilmek.

Güneş ve ayın sonsuzluk boyunca sürmüş ve sürecek olan muharebesinde; o zavallı insancıklar Helios'un tahtını kız kardeşine bırakmadan önce yeryüzüne serptiği uyku tozunu hiç sorgulamadan özümser iken ben gecenin haşmetli kollarında uykusuzluğun yarattığı o tatlı sarhoşluğu doyasıya yaşamak için direnirim. Belki de onlar karanlığın vaat ettiği uçsuz bucaksız özgürlüğe direniyorlardır, kim bilir? İnsan evcil bir köpek gibidir, özgür olmak istemez. Tasmasının ipi biraz gevşetilsin kafidir ona. Dahası, zincirlerinden azat edilse dahi uzaklaşmaz. Korkaktır çünkü, deli gibi korkaktır hem de. Kaybolmaktan ölesiye korkar. Bu yüzden geceleri yalnızca uyur insanlar, ben uyumuyorum. Düşüncelerimin en uçurumuna gitsem, bir adım daha atmaktan çekinmem. Onlar korkuyor, ben korkmuyorum. Beni asla ele geçiremeyen gündüz, hiçbir zaman sevmedi beni. Buna karşılık ben de onun görkemini insanları şatafatlı ışıklarıyla boğarak göstermeye kalkan kibirli mizacından nefret ettim. Cesaretimin ve bağlılığımın armağanı olarak gecenin gözünde hep en değerli, en sevilen oldum. Karanlık çökünce zihnimde beliren onlarca benzersiz düşünce bunun kanıtı değilse bile, o zaman şafağın sökmesine yakın göz kapaklarımı sınırlı bir ebediyete doğru kapattığımda Selene'nin şefkatli parmaklarıyla saçımı okşayarak beni uyutması, lir gibi sesiyle sunduğu hoşça kalları ne? Ah, evet... O beni çok seviyor. Birbirimize tutkuyla bağlıyız. Bu yüzden güneşin doğmasıyla batması arasında geçen zamanda, hıçkırır gibi özlüyorum onu. Uyuşmuş beynim dahi engel olamıyor, olamaz buna.

Şimdi yine geldi veda zamanı. Çok değil, biraz sonra terk edeceğim aklımı. Böyle zamanlarda hep parmaklarımı gökyüzüne uzatırım. Tuhaftır ki birazcık daha uzansam dokunabileceğim kadar yakındır o güzeller güzeli yıldızlar ama hiç ulaşamam onlara; zoraki bir çabadır bu.

Geceye aşık bir insanın son çırpınışları.

Ayın en sevgili kızıyım ben.
Ruhum aya ait, bedenim dünyada sıkışmış gibi.

Ölümlüler arasında acı çeken bir insan-tanrıyım.

En azından geceleri.

10 Nisan 2017 Pazartesi

Yirmiüçtemmuzikibinondörttü

Bir sabah, uyandım.
Her sabah olduğu gibi gözlerimi açıp uyuşuklukla esnemekten ibaret bir eylem değildi bu. Bu sefer, farklı bir uyanmaydı... Ansızın gözlerimin önündeki o her şeyi netçe görmemi engelleyen perde kalkmış ve gerçek tüm korkutuculuğuyla önüme serilmişti: Dünya kötü bir yerdir. İnsanlar çirkindir. Aşk diye bir şey yoktur. Aslında, bunlar yaşamın başladığı günden beri her dönemde geçerli olmuş şeyler değildi. Bir zamanlar dünya da güzel bir yerdi mesela; insan onu kirletmeden evvel. İnsanlar da güzeldi aslında, kibir ve günahlarda boğulmasalardı eğer. Ve aşk... Huzur ve hazzın muazzam bir birleşimi olan bu duygu dünyevi zevkler uğruna yozlaştıralı çok olmuştu. Ama her ne kadar olanca inadımla inkar etsem de, oralarda bir yerlerde hala aşk dedikleri bir şey olduğuna inanıyordum içten içe. Ve bulacaktım onu, bulacaktım...

Gözlerimi açmam ve ayak tabanlarımın soğuk zeminle buluşması arasında yalnızca bir saniye geçmişti. Dans edercesine adımlar atarak, perdesiz pencereme doğru yürüdüm. (Dış dünyayla aramdaki en büyük engel olan dört duvarın belki de tek güzel yeridir pencereler. Bana hala kuşların öttüğünü, bulutların gezgin misali her yeri dolaştığını, dışarıda bir hayat olduğunu hatırlatırlar. Niçin onları aptal tüller veya kalın kumaşlarla gölgelemeliyim?) Doğmaya yüz tutmuş güneş, denizin üzerine şiirsel bir kızıllıkla vuruyor; odamın izbe penceresini adeta bir tabloya dönüştürüyordu. Görüntünün keyfini çıkarmak için duraksadım, evet... Ben en küçük şeylerle bile mutlu olmasını bilen bir insandım. Ve fakat, en ufak bir darbede yıkılmaya müsait olacak kadar da hassastım.

Griyi - yani orta yolu - hayatımın renk paletinden çıkarmanın bir bedeli vardı. Daima en uçlardaydım. Bakışlarım vardı, adları "Beyaz" ve "Siyah" olan. Beyaz bakarken her şey muazzamdı, yüzümde beliren ufacık bir tebessüm saniyeler içerisinde çılgınca kahkahalara dönüşebilirdi. Küçük bir kız gibi - ki ben hala küçük bir kızdım esasında - sağa sola koşturabilir, giysilerimi çıkarmaya tenezzül etmeden denize atlayabilir, odadan ilk giren erkeğe deli gibi aşık olacağıma dair kendime yeminler edebilirdim. En eğlencelisi de ertesi gün hangi kişilikte bir insan olacağıma karar verme aşamasıydı. Bazen suratsız, bazen şımarık, bazen çocuklar kadar neşeli... Eh, sıklıkla da akıl hastası olmayı seçerdim. Sırf bu yüzden herhangi biri değildim, herkes olabilirdim ancak hiç kimseydim.

Sonra, zamanı geldiğinde Beyaz yerini Siyah'a bırakırdı usulca. Siyah bakışlarım, dünyayı - tıpkı bu sabahki gibi - realist ve haddinden fazla pesimist gösterirlerdi bana. Siyah benim gözümde hüzünle, kederle, acıyla eşdeğerdi. (Bahsi geçen, insanı kemikleri kırılmıştan beter eden bir acıdır ve inanın bana kemik kırılmasının ne demek olduğunu çok iyi bilirim.) Siyah bakışlarımlayken her şey o kadar ürkütücüydü ki hissetmekten korkardım. Zamanla, kişiliğimi kontrol edebildiğim gibi duygularımı da kontrol edebilmeyi öğrenmiştim ama bu bende ters etki yapmış ve hiçbir zaman nerede ne hissetmesi gerektiğini bilmeyen "yapay bir his makinası"na dönüşmeme sebep olmuştu. Olması gerekenden biraz geç tepki verdiğim için beni aptal zanneden insanlar; bilmiyorlardı ki ben o süreyi "Normal insanlar bunu hangi duygularla karşılardı?" diye düşünerek kullanıyordum. Bazen bunu başaramıyor; ağlanacak yerde gülüyor, gülünecek yerde uzaklara dalıyordum.

Yaşayamıyordum, yani nefes alıyordum elbet ama neyi nasıl yapmam gerektiğini bir türlü bilmiyordum. Vicdan denen şeyden biraz bile nasibimi almamıştım, duygularım var olmalarına rağmen oldukça karışıktılar, ruhsal acı hissedemiyordum ve buna rağmen benden yardım isteyen herkese sevmeyi bilmeyen ve atmaktan başka hiçbir işe yaramayan kalbimi - hiç tereddütsüz - açıyordum. Bunu neden yapıyordum? Belki de kendimi "insan" hissetme ihtiyacıydı. Ben ne zaman birine iyilik yapsam beni iltifatlara boğuyor, teşekkür ediyor ve bana değer veriyordu.
Evet, böyle zamanlarda ruhumun derinliklerinde bir şeyler nefes alır gibi oluyordu ama Siyah'ım onları hemen boğuyordu. Siyah'a göre duygularıma kendim karar vermeliydim ve vicdan, ahlak gibi değerler özgürlüğüme vurulan büyük darbelerdi. Siyah'a göre şöyle olmalıydım...
Daha önce de dedim: "Yapay bir his makinası"

Hem Siyah hem de Beyaz, özgür irademe hayrandı. Bir şeyi yapmak istiyorsam yapıyor, istemiyorsam yapmıyordum. Birinden nefret ediyorsam umursamazca canını yakıyor, bundan zevk alıyordum. Seviyorsam - ki bunların hepsi kendi hissetme çabalarıma denek olan sevgilerdi - kendimi paralıyor, uğruna gözyaşı döküyor ve ona dünyanın en güzel şiirlerini yazıyordum. İnsanların düşüncelerini umursamadan yaşamayı seviyordum çünkü bu beni güçlü kılıyordu. Dışı sağlam içi çürümüş bedenimi vicdan, değer yargıları ve karşılıksız sevmek gibi şeyler zayıf düşürürdü.

Tüm bunların arasında, Siyah ve Beyaz'a hiç göstermediğim bir şey vardı. Gizli Kimlik. Gizli Kimlik, Görünen Ben'in tamamen zıttıydı. Tıpkı Siyah ve Beyaz'ın zıt olduğu gibi... Görünen Ben şımarıktı, asiydi, tümüyle yapmacıktı ve pek çok insan ondan hoşlanmıyordu. Gizli Kimlik ise tamamiyle şefkat doluydu, vicdanı çok hassastı ve - en önemlisi - gerçek aşka inanıyordu, bunu Siyah'a veya Beyaz'a söyleyemezdim. Görünen Ben tarafından çok derinlere hapsedilmiş olsa da onu yok etmek isteyebilirlerdi. Hem Gizli Kimlik her geçen gün güçleniyordu, kim bilir belki de bir gün açığa çıkıp beni o hep bahsettiği gerçek duygularla tanıştırırdı. Çünkü böyle hissetmekten yorulmuştum.
Tamamen. Yorulmuştum.

Nereden geldik biz bu konuya? En son hatırladığım, izbe pencerem ve dört duvar ardında hapis kalışımdan bahsedişimiz. Aslında dört duvardan kastım, kafamın içi belki de... Ben orada sonsuza dek tutsağım. Kendime idol aldığım insanlar genellikle ya mental problemleri olan ya da mental problemleri olan insanlardır. Ne demek istediğimi anladınız mı? Yani zihnim tam anlamıyla bir tımarhane. Ve her gün orada alkolün mayışmışlığına kendimizi bırakıyor; delilikle dahilik arasındaki ince çizgide çılgınca dans ediyor ve büyük işler başarmanın hayallerini kuruyoruz.

Şimdilik, benim gözümde büyük iş tanımı Gizli Kimlik'i güçlendirip açığa çıkarmak. Böylece O, hep hayalini kurduğu gerçek aşkı yaşayabilir ve ben de gerçekten hissetmenin nasıl bir şey olduğunu öğrenebilirim. Çünkü Siyah'tan da Beyaz'dan da Görünen Ben'den de bıktım artık. Hepsinden kurtulmak istiyor fakat bunu nasıl yapacağımı bir türlü anlayamıyorum. Bilmiyorum, belki de bir binanın en yüksek katından kendimi aşağı atarsam üçünü de öldürebilirim. Aslında, kesin ihtimalle dördümüzü ve büyük ihtimalle beşimizi de öldüreceğim.

Oops, sanırım tek çözümün bu olması pek de hoş olmadı...

Her neyse, çok hafiften deliriyorum galiba.
Delirmeyi severim.

1 Nisan 2017 Cumartesi

SAVUNMA

Çok iyi hatırlıyorum ki öğlen ikiyi tam beş buçuk geçiyordu, o cesedin üzerinden atlayıp geçtim. Kabul ediyorum, böyle söyleyince kulağa biraz canice geliyor ancak sizi temin edebilirim ki o an doğanın akışına en uygun şey buydu. Şimdi, var sayın ki ben haşmetli bir dişi aslanım! Vakurca dolanırken savanalarda; bir zamanların en zarif ve en atiği, şimdinin sineklenmeye yüz tutmuş leşi ceylana şöyle bir baktıktan sonra geçip gitmekte hiçbir behis görmedim.

Ceylanın katili dişi aslan mıydı? Yani ben... Hayır!
Katil başka bir aslan, ne bileyim işte, yılan falan mıydı? Hayır!

Sizi temin ederim ki o zavallıcığın katili kimse değil idi, kendisini saymazsak.

Adaletin kara lekesi timsali mürekkebe bulanmış parmaklarınızı şakağınıza dayayıp, kaşlarınızı şöyle bir çatarak duyduklarınızı ciddiye almış havası yarattığınızı mı zannediyorsunuz baylar? Bu soruyu ben sizin için cevaplayayım. Gözbebeklerinizin ta içinden sırıtan o alaycılığı görebiliyorum. "Şu deli karı konuşmayı bir bitirse de, evimizde gitsek!" diye homurdanıyorsunuz içinizden. Bazılarınız bıyık altından gülüyor bana, pek eğlenceli buluyor bu gösteriyi.

Pek azınız ise gerçekten anlamaya çalışıyor beni.
İşte ben, o azınlığa anlatmaya çalışıyorum kendimi.

Neyse, nerede kalmıştık? Hah! Bir cesedin üzerinden atlamanın suç sayılmasının mantığını anlamaya, mantıksızlığını anlatmaya çabalıyordum. Pardon, ne dediniz? Bir insanın başka bir insanın ölümüne duyarsız kalmasını, aslan ve ceylan örneğiyle bağdaştıramadınız mı?

Pazartesi günü bir karıncayla arkadaş olsam, salı günü onu dünya üzerindeki yüz trilyon falan filan karıncadan ayırt edemem, değil mi? Çünkü buradan bakınca hepsi gözüme aynıymış gibi gözükür. Ama o karıncalar bizim kadar büyük olsa ya da biz onlar kadar küçük olsak, şüphesiz ki karınca dostumuzu gördüğümüz yerde tanır ve selam verir, hal hatır sorardık. İşte efendim, oturduğunuz koltuklar o kadar tepede ki hepimiz ezilmeye hazır karıncalar kadar aciz ve aynı gözüküyoruz gözünüze. Birbirimizden hiçbir farkımız olmadığını zannediyorsunuz. Ancak bizim kadar küçülebilseniz, anlardınız ki insanların arasında da tıpkı doğadaki gibi cesur ve vakur aslanlar, güzel ama kırılgan ceylanlar, çirkin ve ölücü sırtlanlar, sinsi ve kötü niyetli yılanlar... vardır.  Lakin hayvanlarla aramızdaki tek fark şudur ki, biz insanlar ne olacağımızı seçebilir ve bunu değiştirebiliriz bile.

İşte o ceset henüz canlıyken bir ceylan olmayı seçmişti, ben ise aslan olmayı seçtim.

Yeterince anlaşıldıysam devam edeyim. Evet, ben bir aslanım ve bu habitatta beni yenebilecek tek bir canlı dahi yok. Bizler zincirin en tepesine diğerlerini çiğneyerek çıkar ve orada yalnızlığımızla hüküm süreriz. Bu kadar övündüğüme bakmayınız. Yelelerim olsa, kibirlice onları sallıyor bile olabilirdim şu an fakat bu iyi bir şey değil, asla değil. Çünkü bilseniz ne kadar çok istedim ölmeyi, en çok da ecelimden bağımsız ölmeyi! İnanıyorum ki bu dünyanın en yüce insanı kendi ölümüne karar verebilen insandır. O herkes hayatta kalmak için canını dişine takarken, doğayla geçilebilecek en büyük taşağı geçmiştir. (Ah, kabalığım için özür dilerim ancak bu argo bu cümleye pek de yakıştı!) Bilinçli bir şekilde var olmamıştır ama bilinçli bir şekilde yok olmuştur. Senelerdir hep uçurum kenarlarından yürürüm, ola ki o cesaret bir saniye bile olsun içimde belirirse tereddüt edene kadar çoktan atlamış olayım diye. Ancak cesaretin zerresini doğuramadı yüreğim bugüne kadar. Marla Singer gibi benim için de asıl trajedi ölmeyişim oldu hep. Dolayısıyla benim için tek çıkış yolu, bir başkasının eliyle ölmek olurdu. Ama zaten arzum da bu yönde olduğu için, işin sonunda yine kendi kendimi öldürmüş olurdum.

O bir ceylan olmaya karar verdiği vakit, intiharını planlamıştı bile. İşte bu yüzden, katili kendisidir diyorum ya! Ve ben, bir aslan olarak, ne yazık ki asla bunu yapamayacağım. Ve bundan ötürü, itiraf edeyim, o ceylancığa pek bir gıpta ile baktım. Delice onun yerinde olmak istedim. Dahası, onu kıskandım! Kendi kendinin katili olmak kolay iş değil. Cesaret ve aynı ölçüde korkaklık gerek.

Cesaretim olmadığını itiraf etmiştim.
Ancak ne yazık ki korkaklıktan da eser yok bende.

Sayın hakim, kolunuzdaki cakalı saati işaret parmağınızla dürtüp durmayınız! Vaktimizin kısıtlı olduğunun ben de sizin kadar bilincindeyim. Fakat madem burada biz bizeyiz, kalan süremizde biraz daha içimi dökmenin sakıncası yoktur umarım. Çünkü... Çok yalnızım ben! Acılar içerisinde kıvranıyorum. Ne cesurum, ne korkak... Ne mutluyum, ne mutsuz... Yalnız yalnızlığım var işte, beni şu meşhur René Magritte tablosundaki gibi yüzden yoksun olmaktan kurtaran. Ben de can simidi gibi sarılıyorum yalnızlığıma, öyle ki "Nasıl bilirdiniz?" dediklerinde, "Yalnız bilirdik!" desinler istiyorum. Başka ne diyebilirler ki? Yegane meziyetim bu iken üstelik. Bu yola keyfimden girmedim. Hatırlayamadığım kadar uzun süredir böyleyim, hep böyle yalnız ve ruhsuz, dahası kalpsiz idim işin aslı. İnsanların hayatlarını bok - mazur görünüz! - etmekten başka bir halta yaramadım, yarayamadım.

Evet, katılıyorum size. Kendimle çelişiyorum, istediğimiz surete bürünebileceğimizi iddia ettikten bir dakika sonra bunun özgür irademle gerçekleşmediğinde ısrar ediyorum. Bunun da açıklaması var, baylar! Beynimin içinde küçük bir iblis yaşıyor; onu şüphe doğurdu, ihanet büyüttü ve yalanlar güçlendirdi. Ah, ne çok sevdim onu! Bana en zehirli sözcükleri fısıldadığında bile. İçimin en derin, en güzel köşesini ona armağan ettim. Kelimelerle yaptığımız vals durmaksızın sürdü zihnimde. Zaten bu yüzden gelmemiş miydi bana? Yalnızlığıma yalnızlık katmak için... Gitgide daha da ele geçirdi şu aciz bedenin kontrolünü. En sonunda da böyle bir insan oldum, çıktım işte.

Vücudum onu istemiyor, ruhumun olması gereken yerdeki boşluk ise ona muhtaç. Onu kusmaya çalışıyor bedenim; gözlerim kararıyor, midem bulanıyor... Nankör, pislik, yalancı bir idea o! Hep daha fazlasını ister, kendisi için ister. Bunu fark ettiğimden beridir, onu içimden atmak için her şeyi yaptım.

Gitmiyor...
Gitmiyor...
Gitmiyor...

- Tak, tak!
+ Kim o?
- Delilik!

Bir şey beynimin içine sürekli baskı yapıyor ve düşünmemi engelliyordu. Hastalıklı kahkahalarından tanıdım, benim küçük tatlı iblisimdi bu. Sevişmek, içmek ve öldürmek istiyordu. İçi bitmek bilmez bir kin ve nefretle doluydu. Çığlıklar duydum, yalvarışlar... Ve en sonunda ürkütücü bir sessizlik. Ah, beyler! Her şeyi hatırladım. Saat tam olarak ikiyi beş buçuk geçiyordu. Ve bu cinayeti işleyen, tam olarak bendim. Daha doğrusu, iblisim!

Öldürdüğü şey, benliğim!
Ve ben burada durmuş, üst benliğime hesap veriyorum. Hah!

Cinayetten sonra oturduk ve bir sigara yaktık. İçimize çektiğimiz her fırtın bize biraz daha ölüme yaklaştırdığını bilmek, bize büyük bir haz veriyordu. Biraz bile pişmanlık duymadık. Biraz bile üzülmedik. Başından beri söylüyorum ya, benliğim ceylan olmayı seçerek ölmeyi hak etmişti zaten. Sigara da bittikten sonra ben leşin üzerinden atladım ve yürüyüp gittim.

O kadar önemsiz bir olaydı ki, unutuvermişim.
Bunun için beni cezalandırmanız ise... Komik olur.

Nerede görülmüş bir aslanın ceylanı öldürdüğü için cezalandırıldığı?

Ki ben, cezaların en büyüğünü, benliğimi kaybederek yaşıyorum. Artık hepten kimliksiz, varlık denmeye bin şahit isteyen bir varlığım.
Hakkım da yalnız ve yalnız budur zaten.

Saygılarımla.